Gündem köftesi yine üzerinize bomba gibi düşmeye, kıymalarını etrafa saçmaya devam ediyor sevgili okur! Baktım, gördüm ki; yazının içinde bazı kelimeleri kullanmak acayip reklam yapıyor, özellikle arama motorlarında yazıyı adeta bir "top ten"e taşıyor! Bakınız "motor" dedim ve hemen birkaç kişi dönüp baktı bile :PP
Şindik biraz da gündeme çemkirelim, sihirli kelimelerimizi söyleyelim... Papa... Benedikt... motor (ay bunu sölemiştim daha önce :P)... patrikhane... ekümenik... AB... motor (:P)... Pepe... Acarlar... hortumun motoru... şike... Fenerbahçe... motor (:P)... ABD'de PKK lehine yargıç kararı... motor, motor, motor... popo, popo, popo!!!
Yani sayın okur, buradan şunu anlıyoruz; gündemi "motor"lar işgal etmiş! Dahili ve harici "popo"lar bizi çevrelemiş, etrafımız sarılmış! Ama olsun, Popo Benedikt de bize sarıldı, Türk bayrağı salladı, Türkçe dua etti, sonra Rum Patrik'ine "Ekümenik" dedi. Daha ne yapsın adamcağız, bir tek "Ortodoks Konstantinopol Kilisesi-Devleti" demediği kaldı, e o da yakında olur, sabırsızlanmayın! Üstelik AB yolunu açtı bize koskoca "Pop!", gerçi şehir içi yolları da kapadı aynı zamanda, trafik ...mıza ...tı ama olsun, ne demek, bizim için küçük motorlar için büyük bir adım! Zavallı bazı motorlar da (örn: Ahmet Hakan köşe motoru) "nolcek ki anacım ya bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, bırakınız vatanımızı elimizden alsınlar" şeklinde bir laissez-faire ağzıyla konuya ışık(!) getiriyor, e alkışlamak lazım tabe! Ama biz yine de sinirlenmeyelim sevgili okur, bakın ben kızıyor muyum? Avcumun kaşınması birilerini dövmek istediğimden değil (onun için Nişantaşı kafelerinde takılmak lazım, o da yemiyo valla, paraaa yok!), doktor dedi, uyuz olmuşum ondan kaşınıyomuş avcum!!!
Neyse efenim, ben sizleri daha fazla kışkırtmadan yorumu canımız kanımız biricik ustamız Emin Çölaşan'a bırakıyorum yine. (Valla Ankara'da olsam gidip yapışacağım adama "nolur beni çırağınız olarak alın, etim de kemiğim de sizin olsun, nolur beni yetiştirin adam edin!" diye ehehe)
Papa bayramı
Esenlikler dilerim sefkili okur, sağlıcakla kalın ;)
Pazartesi, Kasım 27, 2006
antenle oynamayınız!
Yapabilirim, evet pekala yapabilirim. Ben de herkeşler gibi canım ciğerim-iki gözüm blog'umu "şahsi menfaat" ve "şahane bunalım"larım için kullanabilir, bu güzide oluşumu kendi kaprislerime alet edebilirim. Yapabilirim canım, hatta yapıyorum, yaptım gitti ayol!!!
Darım darım darlanmalar ve kasım kasım (sahi hangi aydayız biz?!) kasılmalar arasında baktım çemkircek mercii bulamıyorum, dedim ben de "canım ciğerim-iki gözüm blog'um ne güne duruyor?" ve ardından da höykürdüm, "ey can-ciğer-iki göz blog! ben seni yemedim yedirdim-yalan-, içmedim içirdim, giymedim giydirdim-bak bu dooru- ve bugünler için yetiştirmedim mi?! ektiklerimi biçme yani bir nevi payback-blog ingilizce de biliyo ya- zamanıdır, vakit hayırlı evlat olup anaya bi bardak soğuk su getirme vaktidir!"
Ve fekat üzerine bi bardak soğuk su içmelerle geçecek cinsten bir bunaltı, bir yenilgi, bir bişii değildir sevgili okur! Hayır yani, blog evlatlığını yapıyor, bi dediğimi iki etmiyo, o ayrı mesele de... Ben o "bi"yi bi diyemiyorum ki! Değil "bi", ağzımı açasım yok, Allah sizi inandırsın. Sırf o mu; hiçbişicikler yapasım yok. Bir nevi sıtkın sıyrılma vak'ası... sıtkı bir kimdir, vakvaklar neden öter; bunlar da yanına kar kalan sorular tabe... töbe töbe...
Şimdi diyceksiniz "bu kız niye saçmalıyor? biri şunun ilacını versin, iğnesini yapıp uyutsun" diye... Haklısınız anacım, ne diyiim? Siz de açıverin bi blog, satın derdinizi tasanızı o tezgahta, ooh siz sağ ben selamet!
Ama yok, bu darlanmanın böle geçeceği yok! Şimdi ben sırf rahatlama amaçlı olarak buraya aklıma gelen, canımı sıkan abuk sabuk kelimeler yazacağım. Sırf kendimi eğlemek için ha, yanlış anlamayın. Ve eğer çok kasacaksa yazının bundan sonraki bölümünü okumayın. Bu uyarıyı da Sağlık Bakanlığı'nın ve Bakırköy'deki o amcaların zoruyla yaptım, belirteyim. Ayrıca alıcınızın -ay yoksa verici miydi o- ayarıyla oynamayınız!
Erasure... havan batsın... lüzumsuz... ahile... topak... yumak... kuduz... salak... bilen bilir... sus payı... dırdır... lost... kalem... kitap... klavye... saman ye... fidelity... fidel... küba... uzay... zaman... yok... yol... uzun... mana... dana... trajedi... komedi... gereksiz... edepsiz... zzzzz dıt!
Darım darım darlanmalar ve kasım kasım (sahi hangi aydayız biz?!) kasılmalar arasında baktım çemkircek mercii bulamıyorum, dedim ben de "canım ciğerim-iki gözüm blog'um ne güne duruyor?" ve ardından da höykürdüm, "ey can-ciğer-iki göz blog! ben seni yemedim yedirdim-yalan-, içmedim içirdim, giymedim giydirdim-bak bu dooru- ve bugünler için yetiştirmedim mi?! ektiklerimi biçme yani bir nevi payback-blog ingilizce de biliyo ya- zamanıdır, vakit hayırlı evlat olup anaya bi bardak soğuk su getirme vaktidir!"
Ve fekat üzerine bi bardak soğuk su içmelerle geçecek cinsten bir bunaltı, bir yenilgi, bir bişii değildir sevgili okur! Hayır yani, blog evlatlığını yapıyor, bi dediğimi iki etmiyo, o ayrı mesele de... Ben o "bi"yi bi diyemiyorum ki! Değil "bi", ağzımı açasım yok, Allah sizi inandırsın. Sırf o mu; hiçbişicikler yapasım yok. Bir nevi sıtkın sıyrılma vak'ası... sıtkı bir kimdir, vakvaklar neden öter; bunlar da yanına kar kalan sorular tabe... töbe töbe...
Şimdi diyceksiniz "bu kız niye saçmalıyor? biri şunun ilacını versin, iğnesini yapıp uyutsun" diye... Haklısınız anacım, ne diyiim? Siz de açıverin bi blog, satın derdinizi tasanızı o tezgahta, ooh siz sağ ben selamet!
Ama yok, bu darlanmanın böle geçeceği yok! Şimdi ben sırf rahatlama amaçlı olarak buraya aklıma gelen, canımı sıkan abuk sabuk kelimeler yazacağım. Sırf kendimi eğlemek için ha, yanlış anlamayın. Ve eğer çok kasacaksa yazının bundan sonraki bölümünü okumayın. Bu uyarıyı da Sağlık Bakanlığı'nın ve Bakırköy'deki o amcaların zoruyla yaptım, belirteyim. Ayrıca alıcınızın -ay yoksa verici miydi o- ayarıyla oynamayınız!
Erasure... havan batsın... lüzumsuz... ahile... topak... yumak... kuduz... salak... bilen bilir... sus payı... dırdır... lost... kalem... kitap... klavye... saman ye... fidelity... fidel... küba... uzay... zaman... yok... yol... uzun... mana... dana... trajedi... komedi... gereksiz... edepsiz... zzzzz dıt!
Salı, Kasım 21, 2006
düğün köftesi
Aşkım bi'tanem Banuşum evlendi! O artık evli barklı, başı bağlı bi kadın :P
Efenim; nikahladık, bohçaladık, düğün yimeeni yidik, bol bol güldük eğlendik, masa üstlerinde dans ettik, göbecikler attık, ağlamamak için kendimizi zor tuttuk ama en sonunda kızımızı Alanya'lara gelin verdik...
Öncelikle genç çiftimize ömür boyu mutluluklar, bi yastıkta kocamalar ve boy boy bebeler diliyoruz, Allah daim etsin canlarım ;)
Sonra da şunu ekleyeyim; ben eniştemi pek bi sevdim, görümceler, görümböcekler, kaynanalar, aman efendim hepsi pek bir tatlı, pek bir şeker! İyi ki vermişiz kızımızı; hem aileye yeni canlar katıldı, hem de bize yeni kapı çıktı Alanya'larda ehehe ;P
Düğünden derlemelere gelirsek;
1. Ablacım çok güzel bir gelin oldu; saç-makyaj harikaydı. Ben ki gelinlik sevmem, onunkine hayran kaldım (Maaşallah), Hatçecim görse o da aynından isterdi :P
2. Damat, gelin, kaynana(2si de) ve baldız gripti, dopinglerle anca ayakta duruyorlardı. Yine de helal olsun, hiçbir şarkıda oturmadılar, pisti inlettiler Evelallah :)
3. Düğün yemeği için gittiğimiz yerde haftaiçi Soner Arıca program yapıyormuş ve o gün programı olmamasına rağmen oradaydı, bizimkileri gelin-damat görünce çıktı sahneye, acayip eğlendirdi, sağolsun valla :))
4. Ben bütün gün on santim topuklarla zıplayıp durdum, dans ederken sonunda dayanamayıp çıkardım ayakkabıları; Selçin the Görümce de aynı şekilde, karşılıklı attık gübecikleri ;PP
5. Bi ara sahneyi ele geçirme planları yapmadım değil, mikrofon görünce dayanamıyorum ama Allah'tan görümböcekler (Banuşun kayınbiraderleri yani) zamanında yetişip tuttular ;))
6. Nikah şekeri yerine deniz kabuklu anahtarlıklar dağıtıldı, ki bence süper fikirdi. Yanında şeker de verselerdi tam süper olacaktı :)) (Hilal'in maili beni yardı bu arada, Gaffur'lu olan ehiehiehi)
7. Saçlarımı kendim yapacam diye inat edip kaskatı jöleyle tuhaf şekillere soktum ama değdi; gecenin sonunda, yani yaklaşık 14 saat ve o kadar ter, çekiştirme ve zıplamadan sonra hala taş gibi bozulmadan duruyordu valla (taş gibi teşbih değildir, sahici taş, kaskatı yane :P) Helal olsun bana ;P
İşte düğünün ufak özeti böyle canlarım; nice düğünlerde yine birlikte olmak üzzre hoşçakalın ;)
Bu arada tatlılar tatlısı çiftimize tekrar mutluluklar diliyor, onları en kocamanından öpüyoruss efenim. Yeni yuvalarında onları en kısa zamanda rahatsız edeceğizdir ;))
Banu'ya not: Nikahına beniii çağır sefkiliiim istersen şahidiin olurum seniiin!!! Muck anacım ;PPP
Cuma, Kasım 17, 2006
Gündem köftesi
Pek sefkili köftelerim, sayın okurlarım, canım kuzucuklarım!
Bugünkü fırçama başlamadan önce sizlere birkaç gündem maddesi sunmak istiyorum (aydınlatmacı bir kişilikim ya!) Şu linklerden takip ediniz lütfen, bir tık bir beyin kurtarır unutmayın ;)
Emin Çölaşan'ın yazısı
Müşküle demokrasisi
Meclis poligonu
Şura mı şıra mı?
Brokoli büyüsü
Botaş intiharı
Şimdi bir toparlayalım;
Hükümet almış başını gidiyor, yarın ne olacağımız meçhul... Hal böyleyken ne devlete, ne de başındakilere güven kalmadı... Ekonomi gibi, siyaset, toplum ve kültür de çürüme altında... Peki ne yapmalı?
Muhtara kızıp delileri köy azası seçerek demokrasi dersi veren Müşküle Köylüleri gibi biz de birilerine kızıp delileri mi seçsek başa acaba? Ne biliyorsunuz belki işe yarar, hem ilk ben aday olurum zaten ;))
Yoksa, Endonezyalı büyücüler gibi (ki bizim hacılarımız hocalarımız daha iyi üfürürler, nefesleri kuvvetlidir Evelallah!) biz de okuyup üfleyip brokoliden medet mi umsak? Ben hani şu geçen yıllarda sahaya okuduğu büyüyle Fenerbahçe'yi şampiyon yapan hoca amcayı çağıralım diyorum, Fener bile şampiyon olduysa bizim brokoli ohooooo ;))
Bugünkü fırçama başlamadan önce sizlere birkaç gündem maddesi sunmak istiyorum (aydınlatmacı bir kişilikim ya!) Şu linklerden takip ediniz lütfen, bir tık bir beyin kurtarır unutmayın ;)
Emin Çölaşan'ın yazısı
Müşküle demokrasisi
Meclis poligonu
Şura mı şıra mı?
Brokoli büyüsü
Botaş intiharı
Şimdi bir toparlayalım;
Hükümet almış başını gidiyor, yarın ne olacağımız meçhul... Hal böyleyken ne devlete, ne de başındakilere güven kalmadı... Ekonomi gibi, siyaset, toplum ve kültür de çürüme altında... Peki ne yapmalı?
Muhtara kızıp delileri köy azası seçerek demokrasi dersi veren Müşküle Köylüleri gibi biz de birilerine kızıp delileri mi seçsek başa acaba? Ne biliyorsunuz belki işe yarar, hem ilk ben aday olurum zaten ;))
Yoksa, Endonezyalı büyücüler gibi (ki bizim hacılarımız hocalarımız daha iyi üfürürler, nefesleri kuvvetlidir Evelallah!) biz de okuyup üfleyip brokoliden medet mi umsak? Ben hani şu geçen yıllarda sahaya okuduğu büyüyle Fenerbahçe'yi şampiyon yapan hoca amcayı çağıralım diyorum, Fener bile şampiyon olduysa bizim brokoli ohooooo ;))
Cumartesi, Kasım 11, 2006
nightwatcher
"I'm looking for a man," demiş Diogenes; ya da ben öyle hatırlıyorum ve üzücü olan şu ki, Political Thought dersinden hatırladığım tek şey de bu :PP
Ancak o "adam gibi bir adam" ararken elinde fener, bunu gündüz gözü yapıyordu. Biz ise, şu yaşadığımız Karanlık Çağ'da (evet evet Dark Ages geri geldi kardeşlerim) "insan gibi insan"ı arıyoruz. Bulup bulamadığımız ya da bulabileceğimiz belli değil. Ama her gün yeniden deniyoruz; elimizde fener, aynaya bakmaktan korkarak. Kimbilir belki de aynada aksimizi görememektir korktuğumuz ;)
Resim: DA'da Kassandra_Cassie'den...
Pazar, Kasım 05, 2006
İstiklal Marşı
Bana gelen bir mail'den alıntılıyorum, okurken tüylerim diken diken oldu. Böyle şeyleri duyup okuduktan sonra bu vahşete neden olanlara olan nefretim atıyor, ettiğim beddualar katlanıyor. Hala bu pisliklere arka çıkanlara, AB ve Amerika'nın kölesi, köpeği olmaya devam edenlere duyurulur; işte biz böyle bir milletiz...
Hakan Evrensel emekli bir subaydır.Güneydoğu Anadolu'da terörle mücadele etmiştir.Evrensel daha sonra istifa ederek, Güneydoğu Öyküleri-1,2,3 adlı üç kitap yayınlamıştır. Bu kitapta subay, doktor, hakim, savcı, er Güneydoğu Anadolu'da emperyalizmin işbirlikçisi PKK'ya karşı mücadele edenlerin mücadele anıları anlatılır. Üç kitap da defalarca basılmıştır. Şimdi üç cilt bir arada "Güneydoğu Öyküleri" adı ile yayınlandı. Oğullarının yiğitliğini anlamak isteyen bir milletin okuması gereken bir kitaptır Evrensel'in kitabı. Bütün kitapçılarda bulmak mümkün. Size bu kitaptan bir hakimin anılarını aktarmak istiyorum. Güneydoğu'nun küçük bir ilçesinde görev yapan hakim, ilçe dışındaki lojmanından görünen karakolun bir gecesini şöyle anlatır:
Lojmanımızın balkonundan o karakol görünürdü. Yaklaşık bir aydır her istihbarat kaynağından karakolun basılacağı haberi geliyordu. Üstelik baskının şimdiye kadar yapılanlardan çok daha büyük olacağı söyleniyordu. Yakın birliklerden timler getirildi, karakolun etrafına mayınlar döşendi, ağır silahlarla takviyeler yapıldı ve baskın beklenmeye başlandı. En son gelen istihbaratta baskının saati ve baskına katılacak terörist sayısı bile veriliyordu. 22:10, 500 terörist. Karakol o gün basılmadı. Bir gün sonra, bildirilen saatte cehennem başladı. Balkonumuzdan izlediğim dehşet dolu manzarada, daire haline gelmiş teröristlerin dairenin ortasına, gecenin karanlığında ateşleri parıldayan silahları ateşlediklerini görüyordum. Karakolun havan ve roket mermilerinin patladığı yerde olduğunu biliyorduk. Tam anlamıyla çember içine almışlardı. Lojmandan ayrılıp doğruca jandarmanın binasına gittik. Karakolun merkezi telsizle sürekli timlerden durumlarını bildirmelerini istiyor; dış emniyette bulunan timler de bu çağrılara cevap veriyor, havan ve uçaksavar ateşi istedikleri yerleri de tarif ediyorlardı. Bir süre sonra telsiz konuşmaları, timlerden birinin üzerine yoğunlaştı. Timden bir türlü cevap alınamıyordu. Üst üste, defalarca çağrı yapılıyor ancak bir türlü timle irtibata geçilemiyordu. Konuşmaları takip eden askerler timden ümitlerini kesmişlerdi. Ama bir yandan da çağrılar devam ediyordu. Bir saat kadar sonra, telsizden bitkin bir ses duyuldu: "Yaralılarım var, yaralılarımı alın." Tüylerimiz diken diken olmuştu. Hemen cevap verildi. "Tamam Suat 3, sakin olun, az sonra birlik çıkacak." İlk yaralı haberi, bu saatlerdir aranan timden gelmişti. Tim komutanı konuşurken arkadan silah sesleri duyuluyordu. Herkes bu sözler üzerine yorum yapıyordu. Telsizin başındaki tim komutanlarından biri bu timde şehit olduğundan emindi. Merkezden tekrar çağrı yapıldı. "Suat 3, irtibati kesme. Sakin olun!" Cevapta bir değişiklik olmadı: "Yaralılarım var.K an kaybediyorlar. Yaralılarımı alın!" Ve tam bir buçuk saat, beşer dakika arayla Suat 3 kodlu timle muhabere aynen bu sözlerle sürdü : "Yaralılarımı alın" "Sakin olun, geliyoruz." Hepimiz o time kimsenin yardıma gidemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Karakola düşen mermi sayısında azalma olmuyor, aksine, takviye alan teröristler baskının şiddetini gittikçe arttırıyorlardı. Kimsenin değil karakolun dışına çıkmak, mevzi değiştirebilecek fırsatı dahi olmadığı apaçıktı. Bir süre sonra, Suat 3'ün telsizinden hırs dolu kelimelerini işittik: "Hemen gelip yaralılarımı almazsanız, karakola dönüp bölüğü tarayacağım." Hepimiz şok olmuştuk. Hemen tabur komutanı devreye girdi. Hemen hemen aynı sözcüklerle tim komutanına sakin olma çağrısı yaptı. Ama işe yaramıyordu. Tim komutanı "Yaralılarımı alın!" dışında başka bir şey demiyordu. Tabur komutanının da telsizi bırakmasıyla, bir saat kadar daha tim komutanından ses çıkmadı. Birer dakika arayla yapılan yoğun çağrılara cevap vermedi. Hepimiz tim komutanının da şehit olduğunu düşünüyorduk. İçim burkuluyor, başım dönüyor, tanık olduğum bu anlardan nefret ediyordum. Telsizin başına tim komutanının okuldan devre arkadaşı geldi. Son bir ümitle eline mikrofonu alıp, cevap beklemeden, telsizin kodlarını da kullanmadan, konuşmaya başladı: "Devrem ben Hüseyin. Geçmiş olsun devrem. Biraz daha dayan olur mu? Bak destek timleri yola çıktı. Sana doğru geliyorlar. Devrem aman pes etme olur mu?" Telsizin mandalını bırakıp beklemeye başladı. Hepimiz Motorola marka, duvara monteli telsiz cihazının hoparlör kısmına gözlerimizi dikmiş bekliyorduk. Ve konuştu : "Devrem, bölük komutanı nerde?" Hepimiz derin bir "Oh!" çektik. Telsizden, "İzinde devrem" yanıtı verildi. Suat 3 artık tükenen bir sesle konuşmayı sürdürdü: "Ne olur yaralılarımı alın. Ben de yaralıyım." O ana kadar kendisinin de yaralı olduğunu söylememişti. Hepimiz donup kalmıştık. Telsizin başındaki devre arkadaşı da bu sözü üzerine mikrofonu fırlatto ve odadan çıktı. Ben kapının hemen eşiğinde ayakta duruyor, duyduklarım ve gördüklerimle bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyordum. "Ben de yaralıyım" dan sonra yine ses kesildi. Sabaha kadar hiç konuşmadı. Yüzlerce kez yapılan çağrılara cevap vermedi. Artık onun şehit olduğuna ben de inanmıştım. Gün ağarırken hepimiz yorgun düşmüş, telsizden yapılan "Suat 3, Konuşan Suat, cevap ver!"çağrısından bıkmış halde bir köşede yığılmışken, birden telsizin mandalına basıldığını fark ettik. Telsizden silah sesleri geliyordu. Ve 10-15 saniye sonra hayatım boyunca unutamayacağım bir İstiklal Marşı dinlemeye başladım. Mandala sürekli basıldığı için bütün telsizlerin konuşma imkanı durmuştu. Çatışmanın altında yaralı bir tim komutanının, makamıyla söylediği İstiklal Marşı'nı dinliyordum. Gözlerim dolmuştu. O ana kadar duyduğum en güzel İstiklal Marşı'ydı. Birinci dörtlüğü bitirdi. İkinci dörtlükte sesi çatallaştı. Kelimeler uzadı. Ama marşı söylemeyi bırakmadı. Bozuk bir ses tonuyla, kendini zorlayarak okumaya devam etti. Marşı bitirdiğinde ben de bitmiştim. Hemen orayı terk ettim. Bir daha onun sesini hiç duymadım. Toplam 22 şehidin verildiği o baskın gecesinde, vücuduna saplanmış 7 merminin acısıyla söylediği İstiklal Marşı'nı ruhuma işleten tim komutanının ölmediğine ise hala inanamıyorum...
Hakimin anıları burada sona eriyor. İşte benim Türk subayından anladığım budur. Vücudunda yedi mermi olduğu halde makamı ile İstiklal Marşı söyleyen adamdır. Okuyun ve bu vatan için kanlarını akıtan kahramanlarımızla övünün, gururlanın...
Hakan Evrensel emekli bir subaydır.Güneydoğu Anadolu'da terörle mücadele etmiştir.Evrensel daha sonra istifa ederek, Güneydoğu Öyküleri-1,2,3 adlı üç kitap yayınlamıştır. Bu kitapta subay, doktor, hakim, savcı, er Güneydoğu Anadolu'da emperyalizmin işbirlikçisi PKK'ya karşı mücadele edenlerin mücadele anıları anlatılır. Üç kitap da defalarca basılmıştır. Şimdi üç cilt bir arada "Güneydoğu Öyküleri" adı ile yayınlandı. Oğullarının yiğitliğini anlamak isteyen bir milletin okuması gereken bir kitaptır Evrensel'in kitabı. Bütün kitapçılarda bulmak mümkün. Size bu kitaptan bir hakimin anılarını aktarmak istiyorum. Güneydoğu'nun küçük bir ilçesinde görev yapan hakim, ilçe dışındaki lojmanından görünen karakolun bir gecesini şöyle anlatır:
Lojmanımızın balkonundan o karakol görünürdü. Yaklaşık bir aydır her istihbarat kaynağından karakolun basılacağı haberi geliyordu. Üstelik baskının şimdiye kadar yapılanlardan çok daha büyük olacağı söyleniyordu. Yakın birliklerden timler getirildi, karakolun etrafına mayınlar döşendi, ağır silahlarla takviyeler yapıldı ve baskın beklenmeye başlandı. En son gelen istihbaratta baskının saati ve baskına katılacak terörist sayısı bile veriliyordu. 22:10, 500 terörist. Karakol o gün basılmadı. Bir gün sonra, bildirilen saatte cehennem başladı. Balkonumuzdan izlediğim dehşet dolu manzarada, daire haline gelmiş teröristlerin dairenin ortasına, gecenin karanlığında ateşleri parıldayan silahları ateşlediklerini görüyordum. Karakolun havan ve roket mermilerinin patladığı yerde olduğunu biliyorduk. Tam anlamıyla çember içine almışlardı. Lojmandan ayrılıp doğruca jandarmanın binasına gittik. Karakolun merkezi telsizle sürekli timlerden durumlarını bildirmelerini istiyor; dış emniyette bulunan timler de bu çağrılara cevap veriyor, havan ve uçaksavar ateşi istedikleri yerleri de tarif ediyorlardı. Bir süre sonra telsiz konuşmaları, timlerden birinin üzerine yoğunlaştı. Timden bir türlü cevap alınamıyordu. Üst üste, defalarca çağrı yapılıyor ancak bir türlü timle irtibata geçilemiyordu. Konuşmaları takip eden askerler timden ümitlerini kesmişlerdi. Ama bir yandan da çağrılar devam ediyordu. Bir saat kadar sonra, telsizden bitkin bir ses duyuldu: "Yaralılarım var, yaralılarımı alın." Tüylerimiz diken diken olmuştu. Hemen cevap verildi. "Tamam Suat 3, sakin olun, az sonra birlik çıkacak." İlk yaralı haberi, bu saatlerdir aranan timden gelmişti. Tim komutanı konuşurken arkadan silah sesleri duyuluyordu. Herkes bu sözler üzerine yorum yapıyordu. Telsizin başındaki tim komutanlarından biri bu timde şehit olduğundan emindi. Merkezden tekrar çağrı yapıldı. "Suat 3, irtibati kesme. Sakin olun!" Cevapta bir değişiklik olmadı: "Yaralılarım var.K an kaybediyorlar. Yaralılarımı alın!" Ve tam bir buçuk saat, beşer dakika arayla Suat 3 kodlu timle muhabere aynen bu sözlerle sürdü : "Yaralılarımı alın" "Sakin olun, geliyoruz." Hepimiz o time kimsenin yardıma gidemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Karakola düşen mermi sayısında azalma olmuyor, aksine, takviye alan teröristler baskının şiddetini gittikçe arttırıyorlardı. Kimsenin değil karakolun dışına çıkmak, mevzi değiştirebilecek fırsatı dahi olmadığı apaçıktı. Bir süre sonra, Suat 3'ün telsizinden hırs dolu kelimelerini işittik: "Hemen gelip yaralılarımı almazsanız, karakola dönüp bölüğü tarayacağım." Hepimiz şok olmuştuk. Hemen tabur komutanı devreye girdi. Hemen hemen aynı sözcüklerle tim komutanına sakin olma çağrısı yaptı. Ama işe yaramıyordu. Tim komutanı "Yaralılarımı alın!" dışında başka bir şey demiyordu. Tabur komutanının da telsizi bırakmasıyla, bir saat kadar daha tim komutanından ses çıkmadı. Birer dakika arayla yapılan yoğun çağrılara cevap vermedi. Hepimiz tim komutanının da şehit olduğunu düşünüyorduk. İçim burkuluyor, başım dönüyor, tanık olduğum bu anlardan nefret ediyordum. Telsizin başına tim komutanının okuldan devre arkadaşı geldi. Son bir ümitle eline mikrofonu alıp, cevap beklemeden, telsizin kodlarını da kullanmadan, konuşmaya başladı: "Devrem ben Hüseyin. Geçmiş olsun devrem. Biraz daha dayan olur mu? Bak destek timleri yola çıktı. Sana doğru geliyorlar. Devrem aman pes etme olur mu?" Telsizin mandalını bırakıp beklemeye başladı. Hepimiz Motorola marka, duvara monteli telsiz cihazının hoparlör kısmına gözlerimizi dikmiş bekliyorduk. Ve konuştu : "Devrem, bölük komutanı nerde?" Hepimiz derin bir "Oh!" çektik. Telsizden, "İzinde devrem" yanıtı verildi. Suat 3 artık tükenen bir sesle konuşmayı sürdürdü: "Ne olur yaralılarımı alın. Ben de yaralıyım." O ana kadar kendisinin de yaralı olduğunu söylememişti. Hepimiz donup kalmıştık. Telsizin başındaki devre arkadaşı da bu sözü üzerine mikrofonu fırlatto ve odadan çıktı. Ben kapının hemen eşiğinde ayakta duruyor, duyduklarım ve gördüklerimle bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünüyordum. "Ben de yaralıyım" dan sonra yine ses kesildi. Sabaha kadar hiç konuşmadı. Yüzlerce kez yapılan çağrılara cevap vermedi. Artık onun şehit olduğuna ben de inanmıştım. Gün ağarırken hepimiz yorgun düşmüş, telsizden yapılan "Suat 3, Konuşan Suat, cevap ver!"çağrısından bıkmış halde bir köşede yığılmışken, birden telsizin mandalına basıldığını fark ettik. Telsizden silah sesleri geliyordu. Ve 10-15 saniye sonra hayatım boyunca unutamayacağım bir İstiklal Marşı dinlemeye başladım. Mandala sürekli basıldığı için bütün telsizlerin konuşma imkanı durmuştu. Çatışmanın altında yaralı bir tim komutanının, makamıyla söylediği İstiklal Marşı'nı dinliyordum. Gözlerim dolmuştu. O ana kadar duyduğum en güzel İstiklal Marşı'ydı. Birinci dörtlüğü bitirdi. İkinci dörtlükte sesi çatallaştı. Kelimeler uzadı. Ama marşı söylemeyi bırakmadı. Bozuk bir ses tonuyla, kendini zorlayarak okumaya devam etti. Marşı bitirdiğinde ben de bitmiştim. Hemen orayı terk ettim. Bir daha onun sesini hiç duymadım. Toplam 22 şehidin verildiği o baskın gecesinde, vücuduna saplanmış 7 merminin acısıyla söylediği İstiklal Marşı'nı ruhuma işleten tim komutanının ölmediğine ise hala inanamıyorum...
Hakimin anıları burada sona eriyor. İşte benim Türk subayından anladığım budur. Vücudunda yedi mermi olduğu halde makamı ile İstiklal Marşı söyleyen adamdır. Okuyun ve bu vatan için kanlarını akıtan kahramanlarımızla övünün, gururlanın...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)