Cumartesi, Aralık 30, 2006

yeni yıl bayramı köftesi :P




Herkese mutlu, sağlıklı yeni bir yıl ve hayırlı bayramlar :)
.
.
Bana da bol sağduyulu, bol yazmalı, azimli, kararlı, başarılı (yuh artık hırslansaydım bi de!); sonracııma sağlıklı, dinç diri (:P), bir de mümkünse az aşklı, hatta hiç meşksiz ve ayrıca yukarıdaki resimlerdeki gibi bol şebekli, sulu bir 2007 diliyorum ;)
.
Öpüldünüz...
.
F.Ö.Ş. the SuluKöfte '06 (the end ;)

Çarşamba, Aralık 27, 2006

köftenin yeni gözdesi ;)


Evet sefkili okur, bir "pisi pisikopatım, valla bi tadımlık bakıcam sonra yerine koyarım" bölümüne daha hoşgeldin :))
.
Şimdi diyeceksiniz ki nedir bu bölüm, hem yukarıdaki adamlar da kim? Demeyin efenim, hemen açıklıyorum (bkz. okurunu seven sarmalayan blog yazarı :P). Birincisi; yukarıdakiler iki kişi değil, ikisi de aynı adam. Soldaki Blade II'deki azılı düşman, biricik Reaper; yani Nomak. Sağdaki ise onu canlandıran sefkili mi sefkili taşlar taşı; Luke Goss. Benim bu postu yazmamdaki sebep ise Luke Goss'a vurulmuş olmam değil (ki vurulmadım mı? vuruldum tabi hatta dum dum dum yani ;P) ama ben önce Nomak'a vuruldum. Yıllar önce ilk izlediğimde de pek bi hoşlaşmıştım kendisinden ama zaman içinde unuttum gitti tabi (kalpsiz kadın!!). Ama dün gece Blade II'yi tekrar izleyince yine çarpıldım canlarım. Malumunuz, bilenler bilir; Sulunuz Köfteniz psikopatlara bayılır! Hannibal'da Anthony Hopkins'e, The Jackall'da Bruce Willis'e aşık olmuş bir insan evladı olarak Blade'deki Nomak'a kayıtsız kalmam imkansızdı zaten. Bir kere adam; ki adam değil yaratık o filmde, kötüler kötüsü. Kel, tuhaf gözleri ve tuhaf kıyafetleri var ama ben bunların hepsine ayrı ayrı da, bütün olarak da çok bayılmış bulunuyorum (ehehe). İkinci bir durum da şu ki; Nomak'ı oynayan Luke Goss (hemen de araştırırım google'dan) acaaayip yakışıklı bir adam, aha da resimde görüyorsunuz zaten. Soru şu ki; bu taş insanı kalkıp da yandaki tuhaf yaratığa dönüştürmeyi ve aynı zamanda da hala çekici kılmayı nasıl başarıyorlar yahu??? Biz de insanız, bize de yazık, çoluk çocuk perişan oluyoruz valla (arada gözüm hala sağa kayıyo alamıyorum kendimi de) :PP
.
Salyalarımı akıtıp klavyeyi işlevsiz hale getirmeden önce yeni aşkımız Nomak, ay pardon Luke Goss hakkında biraz bilgi verelim. Kendisi İngiliz (aaah ah!) önce müzikle uğraşmış, bir grubu varmış ve müzik listelerini bir süre alt üst etmiş (ah canııım), sonra bir kitap yazmış ve bu sefer de en çok satanlar listesinin tozunu attırmış (hehehe adamım bee), derken tiyatroda müzikallerde rol almış, pek tabii başarılı olmuş, böylece de sinemaya geçiş yapmış ve Blade'deki rolüyle hepimizi kendine hayran bırakmış :)) Yani görüyorsunuz nasıl harika bir adam, e sefkili köfteniz de boş adam tutmaz biliyosunuz ehehe Ama çok harika bir başka ayrıntı var ki, onu sona sakladım. Şimdi bu harika ötesi adamın bir adet de tıpatıp ikizi bulunmakta! Evet canlarım, yanlış okumadınız; Matt Goss adında bir başka harika yaratık dolaşmakta ortalıkta, ikizi Luke'un tıpkısının aynısı (belki biraz daha taşı :PP) ve üstelik de müzisyen. Yani bir nevi "o piti piti, hangisi çıkarsa bahtıma, aliim götüriim en iyisi" durumları! :)) Tamam tamam, yine salyalayıp saçmalamadan postuma son veriyorum yakın bir zamanda. Ama siz de bana hak veriyosunuz di mi kuzucuklarım, yani bu bünye nasıl dayansın, köfte kıymalarını nasıl daatmasın ehiehiehihi :PPP
.
Ve son olarak, en sulusundan... "Nomak'lar reaper'lasın siziiii!!!" (tabi beni de, Amin!) ;)))

Pazartesi, Aralık 25, 2006

ağız tadıyla bi nostalji yaptırmıyolar insana be!


Geçen gün odamdaki telefon bozuldu. Zaten bol badireli bi telefondu kendisi; önce birileriyle hatlat karıştı, telekulak gibi dinlendim bi süre (hırrr), sonra yıldırım yemiş bi telefon kullanmaya başladım, e haliyle o da kafayı yedi. Neyse efenim; bu sorunu ortadan kaldırmak için gideyim kendime şöyle güzelinden, biraz da ucuzundan bi telefon alayım dedim. Aklıma şu eski model telefonlardan almak geldi; hani işaret parmağını deliklerine sokup da numarayı çevirdiklerimizden. Bayılıyorum ben onlara, bir de babamın dediğine göre onların şeffaf, içindeki mekanizmayı gösterenlerinden varmış, arada ışık falan saçıyormuş vs. vs. Beni aldı tabii bi heves, tutturdum o telefonlardan istiyorum diye. Ve fekat tüm Küçükyalı'yı arayıp taramamıza rağmen hiçbir yerde bulamadık, bulamadığımız gibi bulabileceğimiz bir yer olmadığını, zira bu tür telefonların artık üretilmediğini de öğrendik. Yani tüm o nostalji hayallerim suya düştü. Oysa ben o telefonla ne konuşmalar, ne dedikodular yapacaktım! Olmadı, boynum bükük kaldı. Sonra mecburen babamın istediği ve ısrar ettiği gibi bi telefon aldık. Hoş aslında babam telsiz almamda ısrarcıydı, neymiş efenim dolana dolana konuşurmuşum ne güzel. Ayol göt kadar odada konuşurken dolaşsam nolur dolaşmasam nolur! Hem zaten dolaşmaya kalksam bile telefonun kordonu hayli hayli yeter odayı tavaf etmeme :))
.
Not: Yeni telefon arayan numaraları gösteriyor, aman dikkat, sapıklık yaparken yakalanmayın!!!
.
Sonra bir başka nostalji öğemin ellerimin arasından kayıp gideceğini öğrendim (arabesk edebiyatından seçmeler 3:18) Pazarlar kaldırılıyormuş bir yıla kadar (hayır Pazar günleri değil, bildiğimiz halk pazarları :PP) Bilen bilir; ben pazar hastasıyımdır. Bayılırım pazarlara, güzel güzel şeyleri ucuza almaya, pazarcı amcalarla pazarlık etmeye :PP Hem artık utanmıyorum da, elalemin adamının önünde don sütyen seçmeye, pazar kaşarı oldum bayaa :PP Ama işte bu güzel ortamı ne akla hizmetse kaldıracaklarmış bir sene içinde. Artık ucuza cici alacağımız, pazarcı amcalarla muhatap olacağımız, pazarcu teyzelere gıcık olacağımız pazarlarımız olmayacak. Ne yapacağımızı, daha doğrusu o kadar insanın ekmeğini artık nereden kazanacağını bilmiyorum ama çok endişeleniyorum, ciddiyim. Eğer gerekirse pazarların kalkmaması için eylem bile yapmaya hazırım. Pazarcı amcaları bu haklı mücadelelerinde yalnız bırakmamaya kararlıyım (Pazar ve pazarlık özgürlüğümüz engellenemez!!!)
.
Zaten Küçükyalı Tanzim/Halk Pazarı da yavaş yavaş ölüyor, dün bunu da gördüm. Çocukluğumda babamla gittiğimiz, Küçükyalı'nın kalbini oluşturan, benim de babamı izleyerek esnafla ilişki kurmayı ilk öğrendiğim yer olan tanzim artık neredeyse bomboş. Dükkanlar kapatılıyor, kapanmayanlar da iş yapamıyor. Artık kimse esnafla yüz göz olmadan meyvesini sebzesini süper marketlerden kendisi seçip alıyor. Ama kimse bu kdara insan ne yapar, nasıl geçimini sağlar diye düşünmüyor. Kazanan yine büyük market sahibi kapitalist kodamanlar oluyor. Ama bu gidişe bir dur demek gerekiyor, yeter artık. Ben eski tanzimimi, pazarımı, pazarcımı, çevirmeli telefonumu istiyorum! Ey Gima, Bim, Şok, Mopaş ve bilimum halk sömürücüleri; kazanamayacaksınız! Köftenin laneti üzerinize olacak, promosyonlarınız bizi satın almaya yetmeyecek, sonunda kazanan yine pazar olacak! Çocukluğumu geri istiyorum artık, yeter be!!!
.
Not: Bana katılanları bu Çarşamba Bostancı Pazarı'nda eylem yapmaya bekliyorum ;)

Perşembe, Aralık 21, 2006

bleed like me?

"That bloody allergy!" she thought as she scratched her wounded cleavage one more time. It was the hell boiling heat of August summer that aggravated her sweat-driven allergy and it may have gone away long time ago if she hadn't kept on scratching wildly everytime she itched. But she couldn't help it, it was in her nature to "scratch the bleeding wound".
...
...
...
Demişim bir zamanlar, yine yeni bir maceraya ama bu sefer İngilizce başlarken. Sonu gelmemiş tabi bu seferkinin, diğer bir çoğunun gibi. Fakat iyi bir başlangıçmış zamanında, kimbilir belki bir gün alır kullanırım diye duruyormuş kenarda. Az göz önüne gelsin dedim, ne bileyim. Öncesi ya da sonrası yok; okuyan alsın, kendi zihninde yolculuğa çıkarsın diye belki de...

;)

Salı, Aralık 19, 2006

sezen'den gidiyoruz bugün

Vazgeçtim gözlerinden
Vazgeçtim sözlerinden
Bir ah de yeter
Sessizce kimsesizce
Gönderdim dudaklarımı
Öpme al yeter
Hiç tanımaz tenim ellerini
Bilmez yüreğim bilmez yüreğini
Ah bu koku bu ten bu dokunuş
Ah bu delilik sarsar bedenimi
Yok olma anıdır şimdi

* * *

Yürüyorum hasretin acının üstüne
Sığmıyorum dünyaya dar geliyor
Geceler mi uzadı bu karanlık ne
Gönlümün bayramları şenliği söndü
Seni kimler aldı kimler öpüyor seni
Dudağında dilinde ellerin izi var
Deli gözlerin gelir aklıma
Gülüşün öpüşün iç çekişin gelir
Seni kimler aldı kimler öpüyor seni
Dudağında dilinde
Ellerin izi var

Pazar, Aralık 17, 2006

sick'n tired

aynen böyle hissediyorum işte! sanki güzide Türkçemizde bu durumu ifade edecek yeterli kelime yokmuş gibi, bir de ingilizce yazıyorum üstüne! ama umurumda olmadığını anlamışsınızdır, hayatında cümleye küçük harfle başlamamış olan ben, şu an bunu da yapıyorum yai pes!
...
ani sinir ataklarımın beni nereye sürükleyeceğini bilmiyorum, belki de annemin dediği gibi huysuz bir kız olup çıktım. ama inanın umurumda değil. kime, nasıl davrandığım; neye, nasıl kızdığım hiçbişi ilgilendirmiyor beni. kızmış olmam yeterince meşgul ediyor beni zaten.
...
en çok da embesillere cevap veremediğim zaman sinirleniyorum, içimde kalıyor ya. herifin teki bugün bir inci patlattı. gençlerin bi boktan haberi yokmuş, öyle dedi. o dedi ya kesin doğru. pabucumun solcusu, beyni donunda gelişmiş ukala dümbeleği, kendini bile kurtaracak hali olmayan gönüllü çevreci! birileri gerçekten fucktırıp gitmeli.
...
herifin teki çıkıyor, "benim soyadım da şeran hadi tanışalım" diyor. oldu, embesilin önde gideni. yapabileceğim en iyi şey aynı soyadına sahip olmak gibi bir talihsizlik yaşadığımı düşünmek olabilir ancak.
...
herifin teki, tanımam etmem, bana "vefasız" diye mail atıyor. sadece bu ama ha, başka bişi yazmadan. ağzının payını verince sesi kesiliyor. madem yaptığının arkasında durmayacaksın, niye abuk sabuk şeyler yazıp atıyosun elaleme. sanal alemden atıp tutmak kolay tabii ama merak etme ben sana sanaldan geçirmesini bilirim. daha önce yapmadığım şey değil zira.
...
bişeyden daha bahsedecektim ama vazgeçtim. değmez bile, zaten unuttum gitti, yıllar evvelinden bi mesele. ha bu arada ben aslında başka bi post atacaktım; daha doğrusu aynı konuyu yazacaktım ama daha yumuşak bişeydi. sonra sayfalarca yazdığım şey internet kesildiği için boşa gitti. aynı şeyi tekrar yazacaktım ama sabrım tükendi, sinirim had safhaya çıktı gördüğünüz üzere. bilgisayara vurmaya çalıştım ama kaçtı, bi yakalasam yapacağımı biliyorum ben.
...
bu da biraz ekşili-acılı bi yazı oldu, oh da iyi oldu Allah Allah! hep içine içine at nereye kadar ya, yeter artık valla! herşeyi patır patır söyleyemiyosun bazen, oysa söylencek o kadar şey var. ben açsam ağzımı bozulcak ama o kadar kusur da olur artık. napalım.
...
ama tabi bu arada bazı şeyleri görüp sakinleşmek de mümkün. parlayıp sönen bişilere benzedi halim ama ay neydi şimdi hatırlayamadım. çatapat gibi kızım valla, buyrun burdan yakın valla ahahah...

Çarşamba, Aralık 13, 2006

je t'aime mais ne pas autant*


*Öncelikle şunu belirteyim; bu cümleyi Türkçe'sinden ben çevirdim, google'daki Türkçe-Fransızca sözlüklerden baka baka, bir gram Fransızca bilmem "ma cherié"den başka, o yüzden çok dandirik oldu ama güzel duruyor en azından :PP
*Seni Seviyorum Ama O Kadar Da Değil!
...Demek oluyor yani Türkçe'si. Bugün girdiğim seminer dersindeki hoca söylemişti, AB Kurucu Antlaşması ve üye ülkelerin anayasaları hakkında konuşurken. Ona da Fransız olan bir hocası söylemiş, o yüzden adam Fransızca'sını da söylemişti ama tabii aklımda tutamadım. Sadece Türkçe'sini söylediğinde kocaman bir gülümseme oluştu yüzümde, "Aha da benden bahsediyor!" diye. Genellikle benim kuracağım türde bir cümleye benziyor çünkü; "Seni seviyorum ama o kadar da değil!"
"Ne kadar peki?" diye sormak lazım o zaman benim gibilere. Eminim verecek hiçbir cevap bulamayız. Biz "değil" kısmıyla daha ilgiliyiz çünkü; olumsuz tarafından bakacağız ya, negatifiz ya! "O kadar"ı bizi ilgilendirmez, işimize gelmez, hem "o kadar da" ileri gidilmez ki canım! Tabii olan "Seni seviyorum" kısmına olur, arada kaynar, heba olur gider. Biz takmayız bile. "O kadar" olsa belki. Ama hiçbir zaman da "o kadar" olmasına izin vermeyiz ne de olsa...
;)

Cumartesi, Aralık 09, 2006

C(ı)V(ık)


"Biz size döneriz"lerin hiç sonu gelmez nedense... Oysa Sessiz Gemi gibidir biraz; "Birçok giden memnun ki yerinden / Çok seneler geçti çok seneler geçti / Dönen yok seferinden"!!! Ki zaten, bazen sefere çıkmak bile başlı başına can sıkıcıyken bir de dönmek niyedir?! Otursak ya oturduğumuz yerde!!! Eşya gibi mesela...
Benim gibi istikrarlı olun canım! Bakın ben Uluslar'da okurken hep "Ne olacaksın?" sorularına "Konsol" yanıtını verirdim; çünkü "Konsolos" olamayacağımı bilirdim. Peki okul bitti, ben ne oldum? Bildiniz, "Konsol"!!! Aynı bir ev eşyası gibiyim artık, annemler arada yerimi değiştiriyorlar dekorasyona uygun olarak. Ama yakında antikaya dönüşüp eskiciye satılmam da mevzuu bahis olabilir, korkuyorum! Ama tabii asıl eskici korksun di mi anacım hahaayyyyt!!!
Pek sefkili arkadaşım, Ankara gülü Hande'm RTÜK'ün sitesinde yazmaya başlamış, kendisine hayırlı olsun'lar ve başarılar dilerken aynı zamanda koccamanından öpüyor ve "işte benim arkadaşım da böyle olur hahahayt!" diyerekten havamızı da atmayı ihmal etmiyoruz canlarım. Yalnız önemli bir husus var ki, Handecim yazısıyla bir kampanya başlattı "Kırmızı Kurdela Harekatı" diye, haber bültenlerinin abuk sabuk haberlerden arındırılmasını ve artık doğru düzgün yayın yapılmasını savunuyor(uz). Lütfen desteğinizi esirgemeyin!

Pazartesi, Aralık 04, 2006

bir deli düş


Karar veremedim; önce Morrissey'im aşkımdan bir şeyler mırıldanmak istedim. Ama tam ben bu mesajı yazarken Radiohead'den No Surprises çalıyordu. Düşündüm, duruma sanki daha bir uyuyordu. Ve sonra birden Jeff'im Buckley'im başladı Last Goodbye'la... Peki ben ne yapmalıydım? Üç harika adam (tamam Thom Yorke biraz tuhaf kaçıyo :P) ve biçare genç kız!!!
Sonra "acaba" dedim, "oooy anam oy diyesiye bir türkü mü mırıldansam bizim oralardan". Ama bizim oralar diye bi yer de yok ki! Neresi yani; Arnavutya olabilir mi, ya da yeni keşfimiz Akköy? Akköy'ün türküsü var mı ki? Delisi çok ama türküsü olduğunu sanmıyorum... Moz'a söylesek bizim köye de bi türkü yakar mı en acılısından? :PP
Fazla sulandırmadan konuya dönüyorum... Önce Moz girdi kanıma; "to me you are a work of art" dedi... Sonra da devam etti "and I'd give you my heart, that's if I had any"... "Evet" dedim ben de "aynen öyle!"
Ama bitmedi, devam etti yakınmaya; "Every day I play a sad game called, In the future when all’s well, Living longer than I had intended, Something must have gone right"... "Eyvallah hocam" dedim, ne diyebilirdim, haklıydı.
"Zaten" diye sürdürdü serenatını(!), "there's no such thing in life as normal"...
"He ya" dedim başımı hararetle sallayarak. "Hangimiz normaliz ki?" diye sordum. Başını yana eğdi, o çapkın, yamuk gülüşünü bahşetti gamzelerini çıkararak. Maviş gözleri parlıyordu bakarken. Eridim bittim, "ama ama you have killed me be Morrissey!" dedim. "Olur öyle bazen, takma sen, I forgive you" dedi o da. Vedalaşıp ayrıldık.
Tam Thom Yorke'a dert yanacaktım ki (bak Moz bana ne eyledi gibisinden) baktım Jeff yok ortalarda! "E hani nerde?" dedim, sıkılmış gitmiş meğersem. Ama bence kıskanmış da olabilir, bilmiyorum. Öte tarafta işler karışıkmış zaten, huriler de rahat bırakmıyorumuş. "Neyse" dedim, "yine biz kaldığımız yere dönelim." Başını salladı Thom ve bıkkınlıkla söylendi, "no alarmas and no surprises please, just get me outta here!" Tamam anacım, gidelim, gidelim de nereye!
"Hiçbi yere gidemezsiniz!" diye bi ses gürledi. Bi de baktım Ed gelmiş! Evet Vedder olan, Pearl Jam hani. "I am mine!" dedi önce, sonra azıttı, "hatta hatta kız da benim hüleynn!" Güldüm ben de, "deli misin ayol! herkes bize bakıyo" dedim. Hakikaten de öyleydi, ben bu satırları yazana kadar cümle alemin rockçısı, çalgıcısı oraya toplanmıştı. Hepsinin elinde bişi, çalıp söyleyip eyleşiyorlardı. Gavin geldi yanımıza (Rosedale olan), "arkadaşlar," dedi, "silence is not the way, we need to talk about it." "Ha...tir ordan lan düdük!" diye bağırdı Robert (Smith olan değil, Del Naja olan, hani Massive Attack'ten, yoksa Cure'deki Robert küfretmez böle), çok kızgındı ve kızgın bi İngiliz dilini tutamazdı. Ben kavga çıkmasın diye araya girdim. Robert'ı aldım köşeye çektim, "bak bu böle olmaz" dedim. Hak verdi, "Ama napiim," dedi, "you are my angel, come from above, to bring me love..."
"Oooy oy!" dedim, "napıcam ben sizinle?!" Yatakta öbür yana döndüm, bi de baktım kıçım açıkta kalmış! Uyandım, yorganı başıma çektim, bi Ayetel Kürsi okudum, hepsi gitmişti... ;))