Cuma, Ağustos 22, 2014

木漏れ日






Hayatla ilgili en sevdiğim şey bu olabilir; ağaç yapraklarının arasından süzülen güneş ışığı. Türkçe'de ya da başka herhangi bir dilde bunu karşılayacak bir sözcük yok; Japonca dışında. İşte Japonları sevmek için bir neden daha: Komorebi!



 Adamlar bunun şemsiyesini bile yapmış: komorebi-light-through-the-trees-umbrella

tk018903_d20

Ama benim en çok sevdiğim deniz komorebisi, tabii öyle bişi varsa; çünkü muhtemelen başka bir kelime vardır bahsettiğim şey için: deniz suyunun içine süzülen güneş ışığı...


Ama en en ennnn güzeli şu olur herhalde: hem deniz, hem ağaç komorebisi ❤


Biliyorum çok şey istiyorum :P ama Green Lake Avusturya'da varmış işte! :))


Salı, Ağustos 12, 2014

what dreams may come

İlkokula gidiyordum, en iyi arkadaşım Damla'ydı. Peçete koleksiyonu yapar, aptal aptal şeylere güler ya da ağlardık. Bir gün annem beni ve Damla'yı sinemaya götürdü, sanırım ilk kez sinemaya gidişimdi. Filmin adı Mrs. Doubtfire'dı ama muhtemelen tuhaf bir çeviriyle başka bir Türkçe isim verilmişti. Filmi çok beğenmiştik, Damla ve ben başroldeki adama çok gülmüştük. Tuhaf biriydi; güldüğü zaman yüzü parlıyor, insanın da onunla birlikte gülesi geliyordu. Üzüldüğü zamansa gözlerindeki ışık kayboluyor, bizim de gözlerimizin yaşarmasına sebep oluyordu. Yabancı bir ismi vardı, o yüzden pek aklımda tutamadım. Fakat bir sonraki sinema maceramda yine onun filmine gittik. Bu kez Damla'nın annesi götürmüştü ikimizi Jumanji filmine. Uzun bir süre en sevdiğim film olarak kaldı, kendimi filmdeki karakterlerin yerine koyarak binbir hayale daldım kendimce. Ve bu sefer gözlerinden ışıklar saçan adamın ismini aklıma kazıdım; Robin Williams.

Aradan yıllar geçti. Ben koca kazık oldum. Robin Williams filmleri izlemeye ve ona hayran olmaya devam ettim. Damla'yla dostluğumuz ise zaman içinde zayıfladı, ayrı okullara geçince görüşmez olduk. Üniversite zamanı birkaç kere buluştuk, ikimiz de büyümüş, değişmiş, başka insanlar olmuştuk. Gerçi eski anıları hatırlayıp aptal aptal sırıtıyorduk yine ama o bağ kopmuştu. Sonra bir sabah telefon çaldı. Babam beni uyandırıp Damla'nın öldüğünü söyledi. Trafik kazası geçirmiş, bir iki gün hastanede kalmış ama kurtulamamış. 20 yaşındaydık ikimiz de, ben onun cenazesine gittiğimde. Ben dün 30'uma bastım, Damla ise hep 20'sinde kaldı. O zamandan beri aklımda. Evinin önünden her geçişimde, okulumuzun bahçesine her bakışımda, hatta halasının oturduğu sokakta yürürken, üzülüp "keşke ölsem," dediğim anlarda ya da mutlu olduğumu sandığım zamanlarda bile o aklıma geliyor. Televizyonda ne zaman Jumanji'ye denk gelsem duruyorum, hem ağlayıp hem gülerek belki bininci kez izliyorum. Sanki Damla'yla beraber izliyormuşuz gibi, sanki film devam ettiği sürece Damla da yaşıyormuş gibi. Sonra film bitiyor, bakıyorum Damla yine yok. O öldüğü zaman dinlediğim şarkıları mırıldanmaya başlıyorum bu sefer. Filmler şarkılar bitiyor, yayınlanan ilk çocuk kitabımda karakterin en yakın dostuna Damla ismini veriyorum onun anısına. Hayat devam ediyor. Ben yine aptal aptal şeylere ağlıyor ve gülüyorum.

Bu sabahsa başka bir ölüm haberi alıyorum. Bizi güldüren ve ağlatan, gözleri ışıltılı o harika adam ölmüş. Daha doğrusu kendi canını alarak bu dünyadan gitmeye karar vermiş. Çok üzülüyorum ama nedense o kadar şaşırmıyorum; çünkü onu anlıyorum. "Keşke ölsem," dediğim anlardan biliyorum bunu, mutlu kahkahaların sonucu değiştirmediği zamanlardan. Damla yaşasaydı buna ne derdi ya da şimdi olduğu yerden beni ayıplıyor mudur bilemem. Ama ben bazen Damla yaşasaydı ne yapardı ya da şimdi olduğu yerde nasıldır diye düşünüyorum. Eskisi gibi yakın olur muyduk, yoksa bağlarımız tamamen kopar mıydı, ben onu bu kadar sık düşünür müydüm, bilemiyorum. Rüyalarımda karşılaşıyoruz bazen; aptal aptal şeylere gülüp ağlıyoruz yine. Kimi zaman çağırıyor beni yanına, gidemiyorum. Her şeye rağmen gitmek istediğimden emin değilim sanırım. Robin Williams gidiyor ama. Damla'nın ölümünden 10 yıl sonra o da katılıyor "yoklar" kervanına. Şimdi ikisinin arkasından bakıp ağlıyorum. Anılar birbirini kovalıyor, kayıplar birbirini hatırlatıyor ve ben mırıldanıyorum...

Pazartesi, Ağustos 11, 2014

30 ve Ben

Hell Yeaaahhhhhh!!!
Başlık da romantik komedi oldu biraz ama 30'la bir alıp veremediğim olduğu sanılmasın. Aslında söylenebilecek ya da söylemek istediğim çok şey var ama bazısı burada yazılacak ya da herhangi biriyle paylaşılacak şeyler değil. "Aaaa biz herhangi birisi miyiz?!" dediğinizi duyar gibiyim sevgili köftegiller. Evet, siz de artık herkes gibisiniz benim için. Hatta herkes de herkes gibi. Anam babam hariç. Kalanınız ya da klanınız umurum değil. Kendim bile doğumuma pek sevinemezken sizlerden de pek bir şey beklememek lazım, değil mi a dostlar? O yüzden uzun ve hüzünlü ve de gereksiz çıkarımları, hayat sorgularını, kimlik bunalımlarını, orta yaş krizlerini geçiniz lütfen. Bana samimi hislerle geliniz. Hah geldiniz mi yavrum, buyrun geçin şöyle, kendi doğumgününüz gibi, çekinmeyin rica ederim.

Ovvvyeaaaahhh!!!

Gerçekten samimi olmam gerekirse (gerekirse???) şunu diyebilirim; 30 yaşla ilgili ya da değil ama fark ettiğim bir şey var. İnsan kendi kendisinin kahramanı olmalı şu hayatta. Belki boyundan büyük bir laf, belki biraz klişe ya da basmakalıp; fakat doğru, bence yani. Kurtarılmak için birilerini beklemeyen, bahaneler üretmeyen, kolları sıvayıp bizzat işe koyulan ya da yola koyulan, hayallerini gerçekleştirmek için çabalayan, bu uğurda bazen bedeller ödeyen ve bazen de ödüller kazanan, kendi işini kendi gören ama gerektiğinde yardım da isteyebilen, yardım gördüğünde minnet duyarak teşekkür edebilen ve birbirine minnet beklemeden yardım edebilen insanlar olsak mesela? Tamam, sosyal mesaj dozaşımından kendini imha etti, konuya dönüyorum. İyisiyle kötüsüyle tam 30 sene geçirdiğim şu dünya denen garip gezegende ben de bir garip oldum. Bu aralar iyice garipleştim zaten, o yüzden saçmalamayı bir kenara bırakıp (???) özet geçiyorum; sağlık sıhhatle, ailem ve sevdiklerimle, mutluluk ve huzurla, hayallerimle ve hikayelerimle, başarıyla ve üretimle, kitaplarla ve dostlarla birlikte nice senelere İnşallah -biraz kendi kendime dilemiş oldum ama bkz. kendi kendinin kahramanı, kendi kendinin dilekçisi, vs. vs. Sonuç olarak, insan en güzel hediyeyi kendi kendisine vermeli (anayı babayı karıştırma lan!); bu yaz günü serin tutan bol kesimli bir pantolondur bazen, bazen de yılların emeğini taşıyan ve basılmayı bekleyen bir romandır belki kim bilir? ;)

WTF??!!!

Yazının başlarında bir ara "Bir kapsülün içinde uzaya fırlatılmak istediğim yaştayım," diye yazacaktım ki, Gravity'yi izledim ve tövbelerden tövbe beğendim. Manzara güzel, enjoy the silence falan filan ama thanks but no, thanks. İzlerken bile yerimde oturamadım, başım döndü durdu, kafam oldu 34,5 milyon seçmen. Yeaaa temam yeaaa demiyom seçimlen ilgili bişe. Dedik dedik bak işte noldu. Boy vermedik, oy verdik, bundan sonra da koyveririm valla, hiiiiç derdim diil. I got 99 problems but a bitch ain't one. Laf aramızda bitch dediğin bitane değil çünkü. 99 bitches. Seç beğen al aaa ama pardon seçim demiyorduk di mi? O zaman let the party begin bitches!


Çarşamba, Ağustos 06, 2014

Cumartesi, Ağustos 02, 2014

Cuma, Ağustos 01, 2014

http://photos-a.ak.instagram.com/hphotos-ak-xaf1/10569901_672819676142576_1780532332_n.jpg 
ALLAAAAAAAAAHHHH! TUTMAYIN BENİ!
(Tutun la tutun, bırakmayın, çk krkyrm çk)